LEY HATLARININ KEŞİF SERÜVENİ
Bir düş müydü, rüya mıydı bilemedim. Aylarca etkisinden kurtulamadım. Üç piramidi görünce anladım: Üç dağ değilmiş; üç piramitmiş gördüğüm.
Kadim Mısır medeniyetinin en güçlü ve ünlü firavunlarından olan II. Ramses’in yaptırdığı Ebu Simbel tapınağını anlatan belgeseli izliyordum televizyonda. Büyüleyici görüntülerin yanında; tapınakların ve piramitlerin mükemmelliğini oluşturan yapılış tekniği ve mimari özellikleri anlatılıyordu.
Ufukta güneş doğarken sarı ve kızıl kumların üstünde sıra dağlar gibi dizilmişti piramitler. Rüyada gördüklerimle çağrışım yapıyordu her şey. Artık ekrana farklı bir gözle bakıyor, can kulağıyla dinliyordum, anlatılanları: Günümüzden 3300 yıl önce dağların içi oyularak yapılmış Ebu Simbel Tapınağı. Ön cephesinde 20 metre yüksekliğinde Ramses’in oturur durumda dört heykeli ve heykellerin bacaklarının altında II. Ramses’in akrabalarının daha küçük boyda heykelleri yapılmış. Tapınağın içinde, sekiz sütunlu büyük salonun arkasındaki nişte Ramsesler döneminin önemli tanrıları olan Memfis’in Ptah’ı, Teb’in Amon-Ra’sı, Heliopolis’in Ra-Harahti’si ve II. Ramses’in heykeli yer alıyormuş. Böylelikle Firavun II. Ramses yaşarken tanrılaştırılmış. Bunlar etkileyici ve ilginç şeylerdi fakat asıl çarpıcı olan bunlar değildi. Asıl çarpıcı olan ve insanda hayranlık ve merak uyandıran gizliydi ve her bakan göremezdi. Bu tapınak kayalara oyularak bir mağara gibi yapılmıştı. Tapınağın içi karanlıktı çünkü tek ışık kaynağı giriş kapısıydı. 40 metre uzunluğundaki sekiz sütunlu salonun sonunda tanrıların ve II. Ramses heykelinin bulunduğu sunak bölümü hep karanlıkta kalıyordu, bu nedenle kandil ve çıra yakılarak aydınlatılıyordu. Sadece II. Ramses’in doğum günü ve tahta çıkış tarihlerinde güneş ışıkları, sekiz sütunlu salonu boydan boya geçerek sunak odasına kadar ulaşıyor ve yirmi dakika boyunca bu odadaki tanrıların ve II. Ramses heykelinin yüzünü aydınlatıyormuş. Her yıl sadece iki kez görülen bu olay 21 Şubat ve 21 Ekim tarihlerinde gerçekleştiği için ayrıca tarım ve hasat mevsimini de işaret ediyormuş.
Antik çağ insanlarının ulaştığı bilgi ve beceri seviyesini gösteren bu tapınak gerçekten çarpıcıydı. Fakat beni yıllarca peşinden koşturan gizem dolu sözler belgesel anlatımın devamında söyleniyordu: “Dünya’daki en kadim medeniyetlere ait kent ve tapınaklar, birbiriyle bağlantılı inşa edilmiştir.”
Sofistik ve mistik konulara ilgi duyan, yirmili yaşlarda genç bir öğretmenken tesadüfen yaşadığım başka bir olayı hatırlattı bana izlediklerim. Bir tatil sabahı çok erken saatlerde İstanbul’da Sultanahmet Meydanı’na gelmiştim. Şehir henüz tam olarak uyanmamıştı. Caddeler ve meydan tenhaydı. Küçük turist kafileleri rehber eşliğinde meydandaki tarihi yapıları geziyordu. Hepsi yabancı turistlerdi. Her bir yapının önünde duruyor ve bir şeyler anlatıyordu rehberleri. Her turistin yüzünde bir hayranlık ve merak görüyordum ama rehberlerin ne anlattığını anlamıyordum. On, on beş kişilik yerli bir turist kafilesine rastladım. Kulak misafiri olduğumda kafilenin rehberi olduğu anlaşılan elli yaşlarında güleç yüzlü bir adamdı. Kafiledeki herkesin, sanat tarihi, din ve felsefe konusunda uzmanlaşmış kişiler olduğunu fark ettim. Kimisi üniversitede öğretim görevlisi kimisi de asistan diyebileceğim gençlerdi. Gençler rehbere hocam diyerek soru soruyorlardı. Rehber heves ve iştahla her soruyu cevaplıyor, Roma tarihi, Bizans tarihi, Osmanlı tarihinden hiçbir kitapta bir arada bulunamayacak detaylar veriyordu. Sanki yüzyıllar öncesini canlı canlı yaşıyordu. Rehberin iştahlı iştahlı anlattıkları beni cezbetmişti ve kafilenin doğal bir üyesi gibi aralarına katılmıştım. Zaman zaman rehberle göz göze geliyor, rehberin kafileye katılmamdan rahatsız olmadığını hissediyordum.
Bizans Hipodrom kalıntılarının bulunduğu Sultanahmet meydanını geziyorduk. Meydandaki Obelisk denilen dikilitaşın tılsımlı olduğuna inanıldığını ve bu Obeliks’in binlerce yıl önce İstanbul kurulurken Mısır’dan getirildiğini söyleyerek, üzerindeki hiyeroglif yazıları hikâye ediyordu rehberimiz. Rehber anlattıkça taş, taş olmaktan çıkıyor, tarihin derinliklerinden yükselerek günümüze uzanan bir zaman tüneline dönüşüyordu.
İlerleyen saatlerde kafile Ayasofya önüne gelmişti. Rehber Bizans döneminden kalma ve Dünya’nın en büyük ve en eski kiliselerinden biri olan bu muhteşem yapının hikayesini ve mimari özelliklerini anlatıyordu. Anlattığı her şey İstanbul’a ve Ayasofya’ya dair hayranlığımı arttırıyor, büyülenmiş gözlerle gökyüzündeki yıldızlara bakar gibi Ayasofya’nın kubbesine bakıyordum. Rehber: “İşte burası Dünya’nın en kutsal yerlerinden birisidir. Ayasofya’nın yeri özellikle seçilerek buraya yapılmıştır. Burası tüm Dünya’yı saran kutsal bir enerji hattının geçtiği yerdir. Daha eski Roma tapınak kalıntılarının üstüne yapılmış ilk kilise olan Aya İrini, Ayasofya, Obeliks ve Küçük Ayasofya bu kutsal enerji hattı üzerine inşa edilmiştir. Eski zamanların sofistik insanları, bu kutsal enerji akışını hissedebiliyorlardı ve tapınaklarını özellikle bu enerji hatlarının üzerine yapmaya çalışıyorlardı.” Bu sözler, yıllardır aklımın bir köşesinde sessiz sedasız beklemişti ve belgeselde anlatılanlarla birleşince beni yıllar sürecek bir araştırma için harekete geçirmişi, hemen bilgisayarın başına geçtim. Bildiğim kutsal kabul edilen yerleri Earth Google harita programında bulup işaretlemeye başladım. Aralarında bir ilişki bulmaya çalışıyordum. Ancak dikkate değer belirgin ve sistemli bir ölçünün varlığı görünmüyordu çok zaman sonra efsanevi Babil Kulesinin varlığıyla ilgili okuduğum bir arkeoloji sayfasından hareketle Antik Babil Kentini ve Babil Kulesinin yerini bulana kadar.
Babil Kulesi; binlerce yıl önce kutsal bir amaçla yapılmış inşası ve yüksekliğiyle efsanelere konu olmuş bir kuleydi. Babil Kulesi kadar efsane olan Mısır Piramitlerinin en büyüğü ve en meşhuru Khufu Piramidi’ne olan uzaklığıyla Kâbe arasındaki uzaklık aynıydı. Yani insanlık tarihinin bilinen eski ve en kutsal üç tapınağı arasındaki mesafe aynıydı ve eşkenar üçgen oluşturuyordu. İşte bu tesadüf olamayacak kadar dikkat çekiciydi.
Kutsal Eşkenar Üçgen
Şekil 24: Khufu Piramidi, Babil Kulesi ve Kâbe arasındaki eşkenar üçgen Khufu Piramidi ile Babil Kulesi arasındaki mesafe 1296 km, Khufu Piramidi ile Kâbe arasındaki mesafe 1287 km, Babil Kulesi ile Kâbe arasındaki mesafe de 1312 km. idi. Yapılış tarihlerinin daha önce olmasını gözeterek Khufu Piramidi ile Babil Kulesi arasındaki 1296 km.lik mesafeyi esas aldığımızda, Khufu Piramidi ile Kâbe arasındaki 1287 km.lik mesafe %0,7 hata payındaydı. Bu da 1 metrede 7 milimetrelik bir hata demek oluyordu. Babil Kulesi ile Kâbe arasındaki 1312 km.lik mesafe de %1,2 hata payındaydı. Bu da 1 metrede 12 milimetrelik bir hata oluşturuyordu.(Şekil 23) Ölçülen mesafelerin binlerce kilometre ve arazinin engebeli olduğunu düşündüğümüzde bu küçük oranlardaki hatalar yok sayılabilir, hatasız bir eşkenar üçgen var denilebilirdi. Ayrıca Dünya’nın kutup ekseniyle (40.009 mm.) ekvator ekseni (40.076 km.) arasındaki 67 km.lik fark, 1/297 oranındadır. Bu farkın 1296 km.de açısal ölçümlerde 4,36 km.lik sapmaya neden olabileceği de hesap edilirse hata payı sıfıra çok daha yakın oluyordu.Antik çağların gizemine dair bir şeyler bulduğuma emindim ve heyecanlanmıştım. Fakat sadece bu bir şey ifade etmezdi, konuyu detaylı araştırıp incelemeliydim. Acaba bu üç tapınak arasındaki mesafelerin eş kenar üçgen oluşturması bilinçli bir planlama sonucu mu olmuştu, yoksa sadece ilginç bir tesadüf müydü? Bilinçli bir planlama sonucu oluşmuşsa bu planlamayı kim yapmıştı? Günümüzden binlerce yıl öncesinde insanlarda bunu yapabilecek bilgi ve beceri var mıydı? Cevaplanması gereken daha pek çok soru vardı ve benim bu konuda yeterli bilgim yoktu. Mısır tarihini, Mezopotamya tarihini ve Kâbe’yi inşa eden Hazreti İbrahim’in hayatını araştırarak konuyla ilgili bir şeyler bulacağımı düşünüyordum.