BİLİNCİN KUARK HAREKETİ VE MİSTİK BİLİNÇ
İnsan bedeni fiziğin uzay-zaman yasalarıyla sınırlanır. Çünkü benlik daha başkasını bilmez. Fakat bugün bilimin yeni keşfetmeye başladığı fiziğin uzay-zaman yasalarını aşan kuarklar gibi insan aklı ve bilinci de uzay-zaman yasalarını aşarak “hep ve hiç”in, “var ve yok”un birleştiği; iyilik ve kötülüğün, güzellik ve çirkinliğin aynılaştığı; ezel ve ebedin bir “an” olduğu anı yaşayabilir. Vecd içinde bilinecek ve görülecek ne varsa hepsini o anda bilir ve görür. Sezgisel olarak her şeyle bir ve bütün olabilir. Mistik bir bilinç halinin yaşanmasıyla meydana gelen bu sezgisel farkındalık, insanın var oluş amacının gerçekleşmesi ve insan kapasitesinin zirve yapmasıdır.
Psikolojide duyu dışı algı (DDA) olarak tanımlanan sezgisel öğrenme ve sezgisel tepki, parapsikolojik bir durumdur ve parapsikoloji son zamanlarda modern bilimin gündemine daha çok gelmeye başladı. Bilinen duyusal ipuçları olmadan kişilerin gelecekten yahut çok uzaklarda gerçekleşen olaylar hakkında doğrudan bilgi/haber alabildikleri durumlar yani DDA, çok fazla sayıda rapor edilmesine ve birçok deneyle sınanmasına rağmen halen varlığı tartışmalı, çoğu zaman da bilimsel açıdan kötü şöhretli bir konu olarak görülür ancak modern psikoloji bilim çevresindeki olumsuz algılara rağmen DDA’yı bilimsel tanımlamalarının içine alarak bu alanda araştırmalar yapmaya başladı. “İçeme doğdu, kalbime doğdu” denilmesine rağmen sezgilerin, beynimizin ürettiği bir beceri olduğu bu araştırmalar sonucu tespit edilmiş.
Yakın zamana kadar insana düşünce ve biliş sağlayan akıl, duygu ve idrak oluşumunun hep göğüs kafesinin içindeki kalple ilgili olduğu sanılmış, bu nedenle kafatasının içindeki beyin hak ettiği değeri görememiş. Son yüzyıllardaki bilimsel incelemeler sayesinde beynimizin kapisitesi ve işleyiş biçimi yavaş yavaş keşfedilmeye başlanmış. Özellikle fizyoloji, nöroloji, psikoloji ve psikiyatri dallarındaki bilim insanlarının yaptığı çalışmalar sonucu, beynimizin her geçen gün keşfedilen farklı özellikleriyle insan zihninin sınırlarını ya da sınır tanımazlığı anlaşılmaya başlanmış fakat hâlâ büyük bilinmezlikler saklayan beynimiz, sırları çözülememiş kapalı bir kutu olmaya devam ediyor.
Beynimizin özellikleri, kapasitesi ve işleyiş sistemi hakkında incelemeler yapan fizyoloji alanında Prof. Dr. Sinan CANAN, “Değişen Be(y)nim” isimli kitabının “Sınırları Yıkmanın Zihinsel Yolu: Akış” başlıklı bölümde insan beyninin duyu dışı algı (DDA) sezgisel hareket becerisini ve sınır tanımaz kapasitesini bilimin son verilerine göre açıklar.
“Takımda (Boston Celtics) oynadığım dönemlerde maçlar o kadar alevleniyordu ki maç artık fiziksel veya zihinsel bir oyun olmaktan ziyade adeta “büyülü” bir hal alıyordu. Hissettiğim şeyleri kelimelere dökmek zor ve ben bu hislere dair, oynadığım dönemlerde kesinlikle hiç konuşmadım. Dediğim şey gerçekleştiği zaman, maç tamamen yeni bir düzeye taşınırdı. Her türlü garip şeyin gerçekleşebildiği bir düzey… Sanki ağır çekimde oynuyormuş gibi olurduk. O büyülü anlarda adeta bir sonraki oyunun nasıl gerçekleşeceğini ve bir sonraki şutun nereden atılacağını hissederdim. Diğer takım topu daha çizgi içine sokmadan önce, takım arkadaşlarıma “Dikkat edin, işte geliyor!” diye bağırmak istediğimi açık bir biçimde hatırlıyorum. – elbette ki böyle bir şey yapsam her şeyi değiştireceğimi de biliyordum. Öngörülerimin hepsi devamlı doğru çıkarken sadece kendi takımımdaki arkadaşları değil, rakip takım oyuncularını da kalben bilebildiğimi ve onların da beni bildiğini hissederdim. Kariyerimde beni heyecanlandıran yahut sevindiren çok şey oldu fakat bu hissettiğim anlar, sırtımda bir ürperti dalgasının dolaştığını hissettiğim anlardı…” [1]
Konuya NBA’in efsanevî basketbol oyuncusu Bill Russell’ın “Second Wind” adlı biyografisinden alıntı yaparak başlayan Sinan CANAN; profesyonel sporcular, müzisyenler, performans sanatçıları, cerrahlar, savaş pilotları ve çeşitli düzeylerde risk içeren birçok meslek grubundan insanların, Russell’ın anlattığı tecrübesine benzer tecrübeler yaşadıklarını söyler. Devamında bu tür parapsikolojik olayları inceleyen bilim insanların çalışmaları ve görüşleri hakkında bilgi veriyor:
Steven Kotler, “Üstün İnsanın Yükselişi” (The Rise of Superman) başlıklı çok satan kitabında, insan performansının zorlandığı durumlarda ortaya çıkan bu garip zihinsel durumu, özellikle uç sporlara tutkun insanların tecrübeleri üzerinden masaya yatırıyor ve bizleri oldukça heyecanlı bir dille psikolojide “Akış” olarak bildiğimiz zihin durumuyla bir kez daha tanıştırıyor. Fakat Akış meselesini sadece riskli sporlar yapan insanların deneyimlediği bir durum sanmayın. Zira insanoğlunun hayatta kalmasının ve bu gördüğümüz inanılmaz başarıların neredeyse hepsinin arkasında aslında bu garip fenomen yatıyor olabilir.
Günlük hayatımızda her an önemli önemsiz birçok sorun çözmek, birçok karar vermek durumundayız. Elbette bu karar ve problem durumlarında pek fark etmesek de en büyük iş kafamızın içindeki o harika beden parçamıza, yani “beynimize” düşüyor. Sıradan problemlerin çözümleri oldukça karmaşık sinir devrelerinin faaliyetleriyle sağlanıyor. Duyularımızdan aldığımız verileri değerlendiren, bu değerlendirmelerin sonuçlarını çok hızlı bir şekilde geçmiş tecrübelerimizle karşılaştıran, bu karşılaştırma neticesinde uygun tepki dizilerini planlayan ve bunların uygulanabilmesi için bedenimizin gerekli tüm bölgelerine emir ve direktifler yağdırabilen beynimiz ve merkezî sinir sistemimiz sayesinde, çoğu zaman rahat bir yaşam sürebiliyoruz. “Hangi aromalı dondurmadan alsam?” gibi basit bir problemden “İnsanoğlunun mutluluğu için neler yapabilirim?” gibi karmaşık ve bazen çözümsüz sorulara kadar birçok sorun, beynimizin özellikle kabuk (korteks) kısmının yönettiği karmaşık ve sıralı bilgi işleme süreçleriyle değerlendirilir. Çoğu zaman kafamızın içindeki işlemlerin karmaşıklığından habersiz, karşımıza çıkan her durumu analiz edip kendimizce çözümler ve hayatımıza devam ederiz.
Bir de her insanın beceremediği, yapabilen insanlara hayranlık duymamızı sağlayan beceriler var. Aşırı tehlikeli sporlara hiç çekinmeden çok rahat bir şekilde katılan, en zor teknik yahut bilimsel sorunlara uzun çalışmaların sonucunda parlak çözümler üreten, aklımızı karıştıran buluşlara imza atan, kimsenin cesaret edemediği cüretli atılımlara ilk kez kalkışan insanları diğerlerinden farklı yapan bir şeyler olmalı.[2]
Beyinde sıralı problem çözme
Günlük sorunlarımızı çoğu zaman bizden habersiz hallediveren beyin devreleri ne kadar karmaşık olsa da ana mantığı aslında bildiğimiz kadarıyla oldukça sadedir: ön beynimiz dikkatimizi nereye yönelteceğimize karar verir, duyularımız aracılığıyla veriler beynimize ulaşır, beyin kabuğunda anlamlandırılır ve çözümlenir; yine ön beynimizin başka devrelerinin orkestra şefliğinde, yeni veriler tecrübelerle eşleştirilir; cevap planları hazırlanır ve planların uygulanması için kaslara ve salgı bezleri gibi uygulayıcı bölümlere emirler yollanır.
Sabah uyanıp işe gitmek için hazırlanmaktan tutun, patronumuzdan zam isteme konuşmasını hazırlayıp gerçekleştirmeye kadar birçok işimizi böyle sıralı bilgi işleme yöntemleriyle çözeriz. Beynimizdeki bu sıralı işlem devreleri genellikle oldukça hızlı çalışır. Çoğu zaman saniyenin kesirleri içerisinde biten değerlendirme işlemleri, birkaç saniye içinde tutarlı (yahut hatalı?) yanıtlara dönüştürülür. Elbette tepkiler her zaman isabetli olmayabilir. Mesela sırf küçücük ve zararsız bir böcekten korktuğu için dengesini yitirip kayalardan düşen ve ciddi yaralanmalar geçiren bir insan da aynı sistemi kullanır; sadece zihnindeki deneyimlerin kodlamalarında bir yanlışlık vardır ve üretilen tepki neticede bireye zarar vermiştir. Her zaman isabetli olmasa da hayatımızı sürdürmemizi sağlayan karar verme ve sorun çözme devrelerinin çalışma mantığı, kabaca bu şekilde işler. Fakat çok daha hızlı ve ardışık karar vermemiz gereken durumlarda, bu algoritma oldukça yetersiz kalmaya başlar. Gözünüzle takip etmekte zorlanacağınız kadar hızlı bir masa tenisi maçı yapan oyuncuları, hastanın beyninde patlayıveren bir damar nedeniyle aniden meydana gelen bir kanamayı durdurmak için zamanla yarışan bir cerrahı, daha önce hiç kimsenin atlamadığı bir noktadan atlayış yapan bir yamaç paraşütçüsünü, saniyede onlarca nota basarak izleyicilere imkânsız gelen bir parçayı icra etmeye çalışan bir müzisyeni, aklına gelen sanat eserini hızla tuale dökmeye çalışan bir ressamı ve üzerine doğru gelen acil bir ölüm tehlikesi karşısında çareler üretmek zorunda kalan biçare insanları düşündüğümüzde bu sıralı bilgi işlem algoritması neredeyse hiçbir işe yaramaz.
Fakat neyse ki sadece bazılarımızda olsa da, bu tip durumlarla baş edebilecek inanılmaz araçlarımız, donanımlarımız da var.
Akış’taki beyin
Akış (Flow), ardı ardına ve bilinçli düşünceyle başa çıkamayacağınız bir hızda kararlar almanız gereken durumlarda ortaya çıkan özel zihinsel halin adıdır. Bu duruma, içine girilen fanus benzeri farklı bir bilinç durumunu betimlemek için “kuşak” (the zone) da deniyor. Akış teriminin isim babası ve konu hakkında ilk bilimsel çalışmaları yapan Mihaly Chikszentmihalyi’ye göre Akış, yüksek düzeyde odaklanmış motivasyon halidir. Öncelikle bu deneyimin altyapısı hepimizde olsa da herkes tarafından yaşanan bir durum olmadığını belirtmek lazım. Muhtemelen her beyinde Akış deneyimini yaşamaya uygun altyapı mevcut fakat ortaya çıkması birçok şarta bağlı olan Akış hali, ancak belirli durumlarla karşılaşan ve bu durumlar hakkında belirli bir tecrübe birikimi (egzersizleri, antrenmanları) olan insanlarda kendini gösteriyor.
Yaşanmadan anlatılması zor bir hal olan Akış durumuna geçmiş bir beynin değişiklikleri önce kısaca özetleyelim:
Ön beyinde faaliyet azalması (hipofrontalite): Bilinçli kontrol, dikkat yönetimi, odaklanma, hesapla ve kısa vadeli gelecek tahminleri yapma gibi temel işlevleri olan beyin kabuğumuzun ön kısmı, normal sorunların çözümü sırasında oldukça aktiftir. Fakat akış durumuna geçmeyi alışkanlık haline getirmiş sporcularda ve profesyonellerde çeşitli beyin görüntüleme ve EEG çalışmaları, zirve performans anlarında bu kişilerin ön beyinlerinin normalden daha az çalıştığını gösteriyor. Araştırmacılara göre kişinin bilincinin ve benliğinin ortadan kalkması, dikkatinin tamamen dar bir alanda sabitlenmesi beyindeki bu değişim sayesinde gerçekleşiyor. Bu durum tasavvufta “Kaldır benliğin aradan, çıksın meydana Yaratan.” Sözüyle anlatılır ve üst bilince yani ilahi bilince sıçrayabilmek için kişinin kendi benliğinden arınarak kendini tamamen ilahî birliğin akışına bırakması gerektiğini anlatır.
Zaman algısının değişmesi: muhtemelen yine ön beyindeki faaliyet azlığına bağlı olarak, Akış durumundaki insanlar, zamanın akışını normalden çok farklı algıladıklarını belirtiyor. Zaman adeta ağa takılmış gibi ağırlaşıp yavaşlıyor, olaylar neredeyse ağır çekimde bir film gibi ilerlemeye başlıyor ve kişiler her bir ana dair çok yüksek bilinçli farkındalık deneyimliyorlar. Benzer bir hal, ciddi kazalar veya yaşam tehlikeleri yaşayan insanlar tarafından da sıklıkla rapor edilmekte. Aynen Akış halinde olduğu gibi hızlı kararlar verebilmek ve eldeki verileri en iyi şekilde değerlendirebilmek için beynimizin “kayıt hızı” artıyor gibi görünüyor ve sonuçta deneyim bittikten sonra olayı hatırlayan herkes, aynen hızlı kaydedilmiş bir filmin normal oynatıldığında ağır çekim olarak görülmesi gibi, detayları çok net ve zamanı yavaşlamış olarak hatırlıyorlar. Hepimizin bildiği ölüm tehlikesi anlarında “yaşamın gözlerinin önünden bir film şeridi gibi geçmesi” meselesi de muhtemelen Akış durumuna geçmiş zihnin ilginç görüntülerinden birisi. Araştırmacılara göre Akış durumlarında gerçekleşen bu algı değişikliği, hem beynin kayıt yoğunluğunun artmasına hem de oldukça fazla kaynak kullanan “zaman algısı” sisteminin geçici olarak devre dışı kalmasıyla ilgili olabilir.
Araştırmalardan bildiğimiz kadarıyla “şimdi” dediğimiz an biriminin uzunluğu, beynimizin veri işleme hızıyla doğrudan ilişkilidir. Eğer insan belli bir süre belirgin herhangi bir uyaranla karşılaşmazsa daha sonra o zaman dilimini, olduğundan daha kısa olarak hatırlama eğilimi gösteriyor. Fakat söz gelimi aynı sürede heyecanlı bir film izleyen insanlar, film sırasında zamanın hızlı geçtiğini düşünseler de daha sonra bu deneyimi gerçek süresinden daha uzun geçmiş gibi hatırlama eğilimi sergiliyorlar. Kısacası, beynin zaman algısı oldukça göreceli ve zaman uzunluğunu, beynimizin birim zamanda işlediği bilginin miktarı belirliyor. Akış durumu ise bu bilgi işleme hızının en üst düzeye çıktığı zihin durumudur.
Bazı Akış deneyimlerinde ise bunun tam tersi olabiliyor. Yani zaman algısı ileri düzeyde daralıyor ve saatler dakika, günler ise saat gibi algılanabiliyor. Özellikle uzun süreli faaliyetler için uzun akış süreçleri yaşayan insanlarda, mesela günlerce süren zor bir tırmanışı gerçekleştiren dağcılarda, maraton koşucularında, uzun mesafeli bisiklet sürücülerinde böyle bir zaman daralması da rapor edilmiş. Buradan da anlayacağımız gibi zaman algısının değişimi, Akış sürecinin gerekliliklerine göre farklılık gösterebiliyor.
Birlik hissi ve duyu bölgeleri: beynimizin üst arka bölümleri “parietal alanlar” olarak biliniyor. Bu alanlarda yer alan birçok merkez olmakla birlikte, bedenimizin uzaydaki duruşunu algılayan “yönelim birleştirme alanı” (YBA) da burada yer alır. Akış halindeki deneklerde normal durumlara göre bu bölümlerde bir faaliyet azalması gözlenmiş. Bu bulgu Akış durumunu anlatan insanların yaşadıkları “deneyimle bütünleşme, ve bir olma-birlik” hissini açıklayabilecek ilginç bir bulgudur. Aynen meditasyon ustalarının dünyayla veya Tanrı sevgisiyle bütünleşme şeklinde tanımladıkları hisse benzer şekilde, Akış’a geçen insanlar da o sırada yaptıkları işle, kullandıkları ekipmanla ve çevreleriyle garip bir bütünlük yaşadıklarını belirtiyorlar. Hatta anlatılanlara bakacak olursanız bu bütünlük hissi, bazen etraftaki canlıların “hissettiklerini hissetme” derecesine kadar ulaşabiliyor.
İç ses: Akış durumunda performans gösteren insanların büyük bir çoğunluğu, kendilerine seslenen, özellikle bir sonraki adımda ne yapması gerektiğini dikte eden bir sesin varlığına dair iç gözlemlerini aktarıyor. Bu iç ses, Akış sırasında işlerin doğru yürümesi ve doğru kararlar alınmasında önemli ipuçları sağlıyor gibi gözüküyor. Normalde birçoğumuz belli belirsiz bir iç sese sahibizdir ve bu iç ses bazen bize kendi kendimize sohbet ederek düşünebilme ve analiz edebilme yeteneği sağlar. Akış durumunda ise muhtemelen benlik algısındaki geçici dağılma nedeniyle, her zaman orada olan bu doğal iç ses sanki dışarıdan birisi konuşuyormuşçasına net bir biçimde duyulmaya başlıyor. Özellikle hızlı ve ölüm-kalım meselesi kararların alınmasını gerektiren durumlarda, beyin alt düzey karmaşık bilgi işlem süreçlerinin sonuçlarını Akış’a geçmiş bilinçle paylaşan bu iç ses, çoğu insanın aktardığına göre yaşam kurtarıcı bir rol oynuyor.
Örüntü algısından DDA’ya: Duyu dışı algı (DDA) özellikle parapsikoloji konusu her daim gündemdedir. Bilinen duyusal ipuçları olmadan kişilerin gelecekten yahut çok uzaklarda gerçekleşen olaylar hakkında doğrudan bilgi/haber alabildikleri durumları tanımlamak için kullanılan DDA, çok fazla sayıda rapor edilmesine ve birçok deneyle sınanmasına rağmen halen varlığı tartışmalı, çoğu zaman da bilimsel açıdan kötü şöhretli bir konudur. Daha önceden analitik zekâmıza meydan okuyacak kadar karmaşık ritimleri olan olayları anlamak ve ön görmek için güçlü bir güç olarak zihnimizde yer örüntü algı yeteneği bulunur; bilimsel ve teknolojik araçlarımızın bile yetersiz kaldığı nice girift problemle zihnimizin nasıl baş edebildiğini artık biraz olsun anlayabiliyoruz. İnsan türü olarak doğada yüz binlerce yıl hayatta kalmamızı sağlayan bu yetenek, bugün analitik zihnimize dayalı modern yaşamda pek fazla kullanım alanı bulamadığından unutulmaya yüz tutmuş durumda. Akış durumu zihnimizin örüntü algılama becerisinin zirveye ulaştığı ve böylece normal zihin durumlarında göremeyeceğimiz çıkış yolunun ve çözümlerinin bir anda görünür hale geldiği bir hal gibi görünüyor. Böyle olunca, en başta basketbol oyuncusu Bill Russell’dan alıntılanan DDA benzeri durumların ortaya çıkması aslında şaşırtıcı değil. Normal işleyen bir beyin tarafından fark edilemeyen küçücük ipuçları, Akış durumunda mümkün olan her veriyi değerlendirmeye odaklanmış, bir zihin tarafından çok daha kolay fark edilebilir ve böylece insanın kendisini bile şaşırtan son derece isabetli ve bazen hayat kurtarıcı “öngörüler” gerçekleştirebilir. Son derece hızlı ve karmaşık süreçlerin öngörülebilmesi, ancak böyle bir zihin durumu sayesinde mümkün olabilir. Muhtemelen az sonra değineceğimiz, beyinde Akış deneyimi sırasında ortaya çıkan aşırı dopamin artışı sayesinde, beyin sadece eldeki duruma keskin bir şekilde odaklanmakla kalmaz, aynı zamanda sinirsel şebekelerin doğal bir özelliği olan “gürültü”nün de azaltılmasını sağlayarak zihnin çok daha dingin şekilde eldeki veri ve ipuçlarını değerlendirebilmesini sağlar. Bu da “normal” insanlara (yahut Akış durumuna geçtikten sonra kişinin bizzat kendisine) “büyülü” gibi gelebilecek bir sürecin alt yapısını oluşturabilir.
Kısacası Akış, normalde geleceği tahmin için kullandığımız örüntü tanıma sistemimizi tam teşekküllü sezgilere dayalı bir öngörü (DDA) aracına çevirebilir. İşte bu mistik bilinç halidir.
Sınırları yıkma ve yaratıcılık itkisi: İnsan türü, diğer bütün canlılardan farklı olarak kendisine biyolojinin dayattığı sınırları aşmaya programlıdır. Beyin devrelerimiz ve kimyasallarımız neredeyse aynı olsa da bu garip ve sıra dışı özelliğin en ufak bir kırıntısını, bize yapısal olarak en çok benzeyen hayvanlarda dahi göremiyoruz. Canlılığın evrimi öyküsünün insan safhasında, bu anlamda hala anlaşılmazlığını muhafaza eden garip bir sıçramanın gerçekleştiği muhakkak. Sonuçta insan türü olarak gezegeni fethetmemiz, tüm sınırları akıl almaz düzeylerde zorlamamız, canlılığın olamadığı yerlere adım atmamız ve daha nice başarılar, böyle bir itkinin sonuçları. Bu itki en fazla kendisini Akış durumunda belli ediyor. Akış hali, tehlikelerin, risklerin ve imkânsızlıkların hiçe sayılabildiği garip bir durum aynı zamanda. Bu durum sıradan “kendine güven” duygusuyla karıştırılmamalı, zira Akış durumunda “benlik” algısı bile geri plana atılmış durumdadır. Kişinin benliğinin ortadan kalktığı, zihin sadece eldeki duruma ve bir an sonrasına yoğunlaştığı bu durum, büyük buluşlardan, inanılmaz rekorlara kadar birçok insan marifetinin altında yatan temel mekanizma gibi gözüküyor. Bu itkinin temellerinde de yine beynimizin ana güdüleyicilerinden olan dopamin adlı kimyasalın çok önemli rolü olduğu düşünülüyor.
En küçük hatanın insanın hayatına mal olabileceği uç durumlarla başa çıkmanın tek yolu, hepimizde alt yapısı var olan ama çok azımızın kullanabildiği Akış denen zihinsel durumu devreye sokabilmekle mümkün oluyor. Fakat Akış deneyiminin faydaları sadece bunlarla sınırlı değil, zihinsel sınırları aşmamızı gerektiren hemen her durumda, bu yeteneğimiz kendisini kullanmamız için aslında hazırda bekliyor. Tek yapmamız gereken onu nasıl harekete geçireceğimizi öğrenmek…[3]
Aslında evreni, zamanı ve kendimizi algılayışımız beynimizin bize sunduğu imkânlar ölçüsünde mümkün oluyor ve bizim beynimizi kullanabilme becerimizle sınırlı kalıyor.
Kadim zamanlardan beri insanlar, ilahî birliğin akışına bu bilince ve sezgiye inisiye olabilmek için tapınaklarda münzevi bir hayat sürerek Tanrı, Evren ve İnsanın var oluşunu tefekkür etmişler. İlahî bir arınma ve yücelik için benliklerini ve ruhlarını (nefislerini ve kalplerini) zorluklar altında sınayarak eğitmişler, ego benliklerini aşarak ilahî benliğe ulaşmaya çalışmışlar. Bunun için Mührü Süleyman ley hatlarının üzerinde yerin ve göğün enerjisini (bilgisini) bir paratoner gibi çekecek mekânlara ve tapınaklara ihtiyaç duymuşlar. Özellikle de kare tabanlı piramit ve kare tabanlı kubbeli yapılar inşa etmişler.
Kimisi piramitin merkezindeki bir odada, kimisi bir dağın zirvesinde, kimisi bir mağarada, kimisi büyük bir kubbenin tam altında, kimisi koca bir çınarın dibinde, kimisi ateşin alevlenişinde, kimisi de çölün ortasında yıldızlara bakarak şahit olmuş varlığın tekliğine, birliğine. Ve ona kendi dillerinde farklı isimler vermişler.
Denize düşen bir yağmur damlası, denizle bir olurken nasıl damlanın varlığından ve yokluğundan söz edilemezse İlahî varlığın birliğine ulaşan bir insanın da varlığından ya da yokluğundan söz edilemez. O artık denizdeki bir damladır: hem yok olmuş hem de denizle birlikte denizde var olmuştur.
İlahi birliğin akışında hiçliğe ulaşıp benliğini yok eden insanın farkındalığı değişir: onun için artık ben, ben değil; beden, beden değil; insan, insan değil; dağ, dağ değil; kuş, kuş değil; rüya, rüya değil; ölüm, ölüm değil… Her şey olduğundan başka bir şey ve her şey aynı şey…
Anlatılmaz ve anlatılamaz bir haldir bu hal. “Çift Yarık Deneyi”nde olduğu gibi gözetleyen, kayıt yapan bir kamera olduğu zaman kuark parçacıkları, fiziki bir parçacık gibi davranır. Kamera olmayınca aynı anda sonsuz yerde olur, uzay-zaman yasalarını aşar. İnsan da kuarklar gibi Akış durumuna geçince deneyimlerini ve bulunduğu hali, başka insanlara söyleyeceği anda hiç yaşanmamış gibi olur. Anlatılacak şeyin hatırası bile kalmaz geriye. Belki de bu nedenle NBA’in efsanevî basketbol oyuncusu Bill Russel’in aktif oyuncu olduğu zamanlarda Akış durumunu yaşarken deneyimlediği “büyülü” hali hiç anlatmamış, olabilir. Çünkü anlatınca her şeyin değiştiğini büyülü havanın yok olduğunu fark etmiştir.
İlahî birliğin akış durumuna kendini bırakarak Tanrı, Evren ve insan hakkında duyu dışı algı DDA yoluyla sezgisel olarak Hakikat ve Marifet bilgisine eren kişi ya susup ilahî birliği içinde yaşar ya da söz ustası olur mecaz ve imgelerle sırları aşikâr etmeden “kuşdiliyle” söyler her şeyi. Nasibi olan da usulca oturup dinler “kuşdilini”: Lisanlar, deriler rengârenk olsa da Dünya’da kuşlar hep aynı öter ve hep aynı şeyi anlatır. Ve insan kutsal kitapların sayfalarında, kadim tapınakların duvarlarında bulur aynısını.
[1] Anekdot, Steven Kotler, “Üstün İnsanın Yükselişi” (The Rise of Superman) ismli kitabından alınmıştır.
[2] Prof. Dr. Sinan CANAN, “Değişen Be(y)nim”, Tuti Yay. s.282
[3] Prof. Dr. Sinan CANAN, “Değişen Be(y)nim”, Tuti Yay. s.288